Mert Önal’ın Tip-1 Diyabetle Tanışma Hikayesi ve Hayatı
Herkese İyi Günler,
Ben de sizlere kendi hikayemi anlatmak istiyorum. Burada sizlerin gönderdiği pek çok hikayeyi okuduktan sonra nihayet ben de kendi hikayemden sizlere bahsetmeye karar verdim. Biraz uzun olabilir. Okuyanların şimdiden gözlerine sağlık.
Sizlere birazcık diyabetten önceki hayatımdan bahsetmek istiyorum. 1996 yılında doğdum ve doğduğumda katarakt sebebiyle gözlerim hiç görmüyordu. 13 günlükken girdiğim katarakt ameliyatında yapılan hata sonucu gözlerimde glokom oluştu. Bunun üzerine yapılan bir dizi hata ve yeni ameliyatlar sonrasında 2008 yılına gelindiğinde ben gözlerimden 11 defa ameliyat olmuştum. Gözlerim şu anda biraz görüyor işte. Kendimi idare edebiliyorum hamdolsun.
Bunları size esas konuya temel teşkil etmesi açısından anlattım. Neyse. Öyle böyle 2014 yılına gelmiştim. Yine gözlerim sebebiyle bir yıl okula geç başladığımdan lise sona geçeceğim yaz aylarıydı ve ben o aylarda düşünsel anlamda çok sıkıntılı süreçler yaşadım. Bunu diyabetime giden, kanımca kronolojik olarak ikinci sebep sayıyorum. Okullar açılmıştı ve ben ÖSS stresine kavuşmuştum. O günlerde deli gibi sınava nasıl hazırlanacağımı sorguluyordum. Eğitim hayatım boyunca başarılı bir öğrencilik geçirmiştim ama üniversite sınavı farklıydı. Nasıl hazırlanmalı? Neler yapmalı? Günlerim bunları düşünmekle geçiyordu ve sonunda diyabetimin gün yüzüne çıkmasına sebep olduğunu düşündüğüm olaylar silsilesi başlıyordu.
Eylül ayının son haftalarıydı. Bende kıl dönmesi oluşmuştu. Doktora göründüğümde apse drenajı yapılması gerektiğini söyledi ve ertesi gün de apse drenajı yapıldı ve bana kullanmam için bir kutu antibiyotik verildi. Antibiyotiği kullandığım son günlerde bende aşırı bir susama hissi başladı. Adeta su içiyordum ve mutfaktan bilgisayarın başına gelene kadar tekrar susuyordum. Sebebini araştırdığımda antibiyotiğin yapabileceğini gördüm ve bitmesini bekledim. Bitti. 7 gün-10 gün geçti ama susama hissi hala geçmiyordu. Tekrar baktığımda bunun diyabet belirtisi olabileceğini görmüştüm.
Bu noktada sizlere bir anektottan bahsetmek istiyorum. Abimle her zaman Galatasaray’ın şampiyonlar ligi maçlarını izlemek için gittiğimiz bir yer vardı ve dönüşte de yolumuzun üzerindeki pilavcıdan pilav yerdim. Yeri gelmişken pirinç pilavını çok severim. İşte o günlerde yine Galatasaray’ın bir maçını izlemeye gitmiştik. Sanırsam Galatasaray’ın dört gol yeme alışkanlığının başlangıcıydı. Yine dönüşte abimle pilav almak istemiştik. Ancak her zaman o saatlerde yerinde olan pilavcı o gün yerinde değildi. Keşke olsaydı.
Günler geçiyordu ve Kurban Bayramı’nın arife günüydü. Alt komşumuzun annesi de şeker hastasıdır ve annem madem şekerden şüpheleniyorsun git de orada bir ölçtür gel dedi. Sabah aç karnına indim, şekerimi ölçtürdüm. 265 çıkmıştı. Nasıl olur diye düşünmüştüm ve bir daha ölçebilir miyiz diye sordum. Tekrar ölçtüğümde sonuç 240 çıktı. Aslında bu sonuç az da olsa içimi ferahlatmıştı. Ne de olsa insanın şekeri oturduğu yerde, 30 saniyede nasıl bu kadar değişebilirdi. Nereden bilebilirdim bunun cihazların makul sapma oranları olduğunu. Hemen eve döndüm ve anneme durumdan bahsettim. Kahvaltıda yaş pasta vardı. Anneme sorduğumda ye bir şey olmaz demişti. Ama Kurban Bayramı’ndan sonra gidip bir tahlil verelim diye de ekledi.
Artık sanki olayı kabullenmiştim bayram boyunca insanlara galiba bende şeker var diyordum ve misafirliklerde ikram edilen tatlıları yememeye özen gösteriyordum. Bu arada kiloda veriyordum ama ben bunu apse drenajı sebebiyle daha az WC’ye çıkmak istediğimden dolayı iyi beslenmememe bağlıyordum.
Salı günü bayramın son günüydü ve ben hemen ondan iki gün sonra Perşembe günü bir dispansere tahlil vermeye gittim. Oradan da Beylikdüzü’ne dayımlara gitmiştik. Saat öğlen üç civarıydı. Annemle metrobüsle geliyorduk. Babam aradı, sonucu aldığını söyledi. Şekerin yüksek demişti. Sonuç 317’idi. İşte o an atalarımızın başından aşağı kaynar sular dökülmek ve yüreğine inmek deyimleriyle neleri kastettiklerini anlamıştım. Bu iki durumu tastamam yaşamıştım.
Akşam doktorla konuştuğunu bunun belki tek seferlik bir yükselme olabileceğini, başkaca testlerin yapılarak daha net bir sonuca ulaşılmasını söylediğinden bahsetmişti ama ben zaten yıkılmıştım bile.
Ertesi gün, Cuma, başka bir hastaneye gittik ve burada HbA1c testi yapıldı ve sonuç 9.8 idi ve ben o sonucu duyunca hayatımın bundan sonra 9-8’lik bir oyun havası tadında geçeceğini anlamıştım. Öylesine hızlı ve oynak doktor bunun tip-1 dm olduğunu, insülin tedavisi gerektiğini, ancak bir endokrin doktorunun bunu başlatması gerektiğini söylemişti. Hastaneden çıkmıştık. Bir şeyler yemek üzere bir pastaneye oturmuştuk ve ben durmadan ağlıyordum. Size şöyle söyleyim; ben bundan önce o kadar nadir ağlardım ki ağladığım tarihleri aklımdan geriye doğru sayabilirdim.
Korkum ben iğneden korkuyordum ve kendime nasıl iğne yapacaktım.
Bir endokrinden randevu almaya çalışıyorduk ama günler hep birkaç hafta sonrasına veriliyordu ve bizde teşhisin konulduğu Cuma gününden 10 Ekim’e, dört gün sonra özel bir hastaneye gitmiştik. Oradaki endokrin aslında günde 4 defa insülin kullanmam gerektiğini ama gözlerimden dolayı şimdilik ikiyle başlayacağını söyledi. Hemen 10-15 dakikada insülin nasıl vurulur tarzı bir eğitim almıştım ve eve dönüyorduk. Şaşırdığım konulardan birisi de gittiğimiz hastanelerin hiçbirinde beni hastaneye yatırma gibi bir girişimde bulunulmamasıdır.
Sanki insüline başlayınca bi mutlu olmuştum. Sanki dertler bitmiş gitmişti ama durumun ciddiyeti ertesi gün daha iyi kafama dank etti. İyi ki diyorum iyi ki o günlerde bu illetin nasıl bir bela olduğunu tam kavrayamamışım yoksa kendime bir zarar vermeye kalkabilir ya da daha derin bir depresyona sürüklenebilirdim.
Sizlere ilk hipoglisemi hikayemden de bahsedeyim. İnsüline başlayalı 5 gün olmuştu ve ben akşam hipoglisemi belirtilerini yaşamıştım şekerimi ölçtüğümde sonuç 60 küsür çıkmıştı. İnanamayıp iki kez daha ölçüm yaptık ve sonuçlar aynıydı. Bu nasıl olmuştu? 1 hafta önce 250’lerda gezen şeker nasıl olurda 60’lara düşerdi. Nereden bilirdim şekerin yarım saatte bile nasıl inip çıkabildiğini.
Bana bu durum gerçekten ağır gelmişti. Gözlerimin üzerine kaldıramıyordum. Bu yük benim taşıyabileceğimin çok üzerindeydi. Hala da farklı düşünmüyorum. Gerçi eskiden hep derdim ki gözlerim hariç sağlıklı bir insanım artık diyemiyordum. Ben düpedüz hastaydım. Doğal seçilimle elenmesi gereken bir kaybedendim. Uç düşüncelerim vardı. Köpekten diyordum ne farkım kaldı. Ha önüme mama koymuşlar ha vücuduma insülin vermişler. Kendimizi yaşatma çabası da neyin nesiydi. Biz elenmesi gereken hastalardık.
Bu hastalık çıkınca pek çok güzel huyumu da bıraktım. Kitap okumayı kestim. Her gece online satranç oynardım. Şeker kafasının bunları kaldırmayacağı düşüncesiyle onu da bıraktım. Bilgisayar oyunu oynamayı bile azalttım.
Benim hikayem temel hatlarıyla böyle. Daha denecek çok söz var ama biraz da bu günümden bahsetmek istiyorum. Temmuz’da dörtlü insüline geçtim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni ikincilikle kazandım. Liseyi de ikincilikle bitirdim. Ortaokulda da ikinci olmuştum. Ben birinci olamıyorum galiba. Şekerimi ilk aylardaki gibi iyi yönetemiyorum. Son iki HbA1c sonucum 7.7 ve 7.8. Hep bir şeyler eksik, hep bir şeyleri kafama takıyorum. Zaten eskiden de öyleydim. Hep kafama takacak bir şeyler bulurdum.
Tekrar sabırla okuyan herkese teşekkürler. Sizlere bu şeyle savaşınızda başarılar diliyorum
Mert Önal
NOT: Yazıyı Facebook ya da Twitter gibi sosyal medya kanallarında paylaşın. Alttaki Facebook, Twitter, Google+ ya da Pinterest butonlarına tıklamanız yeterlidir.
Mert Bey Merhaba,
96’lı biri olarak bence hayata daha umut dolu bakın. İnsanlar hayatlarında çoğu zorluklarla karşılaşabiliyor. Evine yemek götüremeyen baba kahroluyor. Birkaç hastalığı olan bir birey isyan edebiliyor. Ya da işe giremeyen biri veryansın edebiliyor. Kısacası hayatın her alanında ve noktasında ‘sıkıntılar’, ‘problemler’ peşimizde. Bizi yakalayabilir ya da yakalayamaz. Orası da şansa bağlı 🙂
İlk üçte olmak iyidir 🙂 Ben ve Eşref standart hayatlara sahibiz mesela. İlk üçte olmak gibi hedeflerimiz yok. Olsa da olur olmasa da olur. Okurken de geçme notunu almak bize mutluluk verirdi. Çünkü daha fazlasını aldığımızda madalya takan yok 🙂 Bu durum iş hayatında da böyle. Bilginiz olsun 🙂
Kaleminiz kuvvetli. Kurduğunuz cümlelerden anlaşılıyor. Ama ‘yenilen’ konumunda görüyorsunuz kendinizi. Elbette bir hastalığa sahibiz ama diyabet yönetimi iyi yapıldığı sürece sıkıntısız bir hayat da yaşayabilirsiniz. Bu sebeple tip-1 diyabete yakıştırdığınız ‘illet’ sıfatı bence doğru değil. Zorunlu bir yaşam şekli dersek sanki daha yerinde olur.
Neyse. Daha gençsiniz. Önünüzde umarım upuzun yıllar olur. Ve yine umarım daha umut dolu bakmayı başarırsınız.
sevgiler,